İstanbul Boğazı Kıyısından Eleştirel Bir Yazı

Merhabalar herkese, bu yazımı size İstanbul Boğazı kıyısındaki bir apartmandan yazıyorum. Buraya misafirliğe geldim, ailemin Mersin'den eski arkadaşlarıyla bir buluşma bu, ayda bir dönüşümlü olarak "Ocakbaşı" adı altında yapılıyor. Her ay bir başka kişinin evinde toplanılıyor. Bu gruptaki insanlar yıllar önce Mersin'deki bir Rotary kulübünden arkadaşlar, yani çoğu. Açıkçası seneler geçtikçe sayı azaldı. Hala bu buluşmalara katılmayı çok seviyorum, ama eskiden aldığım zevki artık bulamıyorum, hiç yaşıtım ya da en azından 25 yaşının altında insan yok. Pardon, bir kişi var, o da 6 yaşında. Neyse, bu detayları yazıyı okuyan sizlerin atmosferi aşağı yukarı anlayabilmesi için verdim. Yazımı şu manzara üzerinden devam ettirmek istiyorum, onun insanın ağzını açık bırakacak derecedeki güzelliğinden bahsetmek istiyorum.                                                                                                      
Tek kelimeyle nefes kesici, değil mi? Gerçekten öyle. Böyle manzaraların üstüne azıcık düşününce ne kadar şanslı olduğumuzu anlıyorum. Sanırım değerini bilemediğimizi söylerken hepimizin adına konuşabilirim. Bir kere benim kendi görüşüm ülkemizin ve şehrimizin sonsuz güzelliklerini koruyamadığımız, tanıyamadığımız, tanıtamadığımız ve pazarlayamadığımız yönünde. Yabancı turistleri bir kenara bırakıyorum, kendi insanımız bile bu güzelliklerin değerini bilemiyor, onları tanımıyorlar, korumaya çalışmak yerine onlara zarar veriyorlar. Başka insanları da geçtim, şahsen ben İstanbul'un değerini zerre kadar bilmediğimi düşünüyorum. İstanbul'dan çıkabileceğim her fırsatı iple çekiyorum. Geri döndüğüm zaman genelde Dudullu Gişeleri'nden hemen önce görülen şu tabelayı
görünce ya da Atatürk Havalimanı'na inişe geçerken Aqua Florya AVM'yi tepeden görünce ya da Sabiha Gökçen Havalimanı'na gelirken yukarılardan Osmangazi Köprüsü'nü görünce ya da hızlı feribotla gelirken Yenikapı İskelesi'ne yanaşırken feribotun iskeleye değdiği anda çıkan o "tak" sesini duyunca içimden hep şunu söylüyorum: "Yine geldik şu İstanbul'a." Hiç mi hiç sevmiyorum bu şehri, sanki İstanbul'a girerken şehir beni içine almak istemiyormuş gibi geliyor, ta nerelerden trafikler başlıyor, o şehir dışının temiz havasından sonra, bir anda solunmaz bir hava seni karşılıyor. Oysa başka bir yere giderken sanki o şehir beni çekmek için her şeyi hazır etmiş gibi geliyor. Sonrasındaysa İstanbul'un güzellikleri hakkında düşününce kendime çok kızıyorum. Şimdiyse bu yazıyı yazarken düşününce verdiğim son karar şu: İstanbul avantajları ve dezavantajları olan muazzam bir şehir ancak dezavantajları ağır basıyor sanki. Özellikle insanları, kalabalığı, karmaşası ve pisliği beni bıktırmış durumda. Şunu biliyorum ki, büyüyünce eğer gelecek hayatım için olan isteklerime ulaşmışsam İstanbul'da olmayacağım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tarihi Binasında Özgen Berkol Doğan Kütüphanesi

Milyonluk Arşiviyle Beyazıt Kütüphanesi, İstanbul'un Bilinmeyen Hazinesi